Misak-ı dombıra – Yılmaz ÖZDİL
Misak-ı dombıra – Yılmaz ÖZDİL
Şubat 1992…
ABD “davet edeceksiniz” dedi, bizimkiler “peki” dedi. Barzani tarihte ilk kez Ankara'ya geldi. Cumhurbaşkanı Özal'ın himayesindeydi, MİT tesislerinde kalıyordu, başbakan Demirel tarafından ağırlandı. Süklüm püklümdü. Kürtçe konuşmasına izin verilmedi, Arapça konuşuyor, tercüman Türkçe'ye çeviriyordu. TC pasaportu verdik, para verdik, silah verdik, buğday verdik, elektriğini vermeye başladık.
* ABD öyle istediği için, elimizi vermiştik, şimdi sıra kolumuzu kaptırmaya gelmişti.
* Sekiz ay sonra. Ekim 1992. Ege'de ortak tatbikat yapıyorduk. Amerikan uçak gemisi Saratoga'dan iki adet sea sparrow füzesi fırlatıldı, Türk muhribi Muavenet'in beyni, köprüüstü vuruldu. Beş şehit verdik, 22 yaralımız vardı. ABD “pardon” dedi, yanlışlıkla vurulduğunu söyledi.
* Halbuki, sea sparrowlar “yanlışlıkla düğmesine bastık” denebilecek türden füzeler değildi. Ateşleme için altı aşamadan geçiyordu, komutan onayı şarttı. “At ve unut” türünden, güdümlü mermi değildi. Ateşlendikten sonra hedefini vurabilmesi için rehbere ihtiyacı vardı, fırlatan geminin hedef gemiyi radarla aydınlatması gerekiyordu. Yanlışlıkla fırlatma ihtimali, milyonda bir bile mümkün değildi.
Peki neydi? Irak'ı bölebilmek, Kürdistan kurabilmek için, İncirlik ve Pirinçlik'te konuşlanan “çekiç güç” şarttı. Ankara ayak diretiyordu. Muavenet zart diye vuruldu. Ankara mesajı aldı! TBMM çekiç güç'ün süresini zurt diye uzattı. Bir daha hiç ayak diretmedik, her defasında başımıza aynı şeyin geleceği belliydi, o nedenle, ABD 2003'te Irak'a girene kadar çekiç güç'ün süresini hep uzattık, hiç itiraz etmedik.
* (Aslına bakarsanız, operasyona katılacak olan hava unsurlarının adı çekiç güç değildi. Poised hammer, yani “kalkık horoz”du. Mermi namluya sürüldü, tabancanın tetiğine basıldı, horoz kalktı manasındaydı. Propaganda şaheseri tam burada devreye girdi… Sayın ahalimiz “kalkık” kelimesinden rahatsız olmasın diye, bilinçli şekilde yanlış tercüme edildi, çekiç güç denildi. Kapatalım parantezi.)
* Üç sene sonra, 1995… CIA peşmergeleri örgütledi, Saddam'ı devirmek için darbe organize etti. Beceremediler, çuvalladılar. Peşmerge aşiretlerinden değil silahlı kuvvetler, zabıta teşkilatı bile kurmak mümkün değildi, eğitimleri yoktu, savaşabilme yetenekleri yoktu, fiyaskoyla sonuçlandı.
* CIA apar topar tahliye operasyonu başlattı. Saddam hepsini imha etmesin diye, maşa olarak kullandıkları 10 bin civarında peşmergeyi yurtdışına kaçırdılar. Aileleriyle birlikte Habur'dan Türkiye'ye soktular, Batman'dan nakliye uçaklarına bindirdiler, tee pasifik okyanusundaki Guam adasına götürdüler.
* Niye tee oraya götürdüler? Çünkü, adeta Allah'ın unuttuğu yerdeki bu adada, ABD'nin en önemli hava ve deniz üslerinden biri vardı. Bu seferki girişimlerinde başarısız olan peşmergeleri, bir dahaki sefere başarılı olmaları için eğiteceklerdi.
Bazılarını Special Activities Division, Özel Operasyon Bölümü tarafından eğitip, adı üstünde, örtülü operasyonlarda kullanacaklardı. Bazılarını da, akademik konularda eğitip, merkez bankası, nüfus idaresi, tapu dairesi, vergi dairesi gibi, yakında kurulacak olan Kürdistan'ın bürokrat kadrosunu yetiştireceklerdi.
* Küçük bi pürüz vardı… CIA'in peşmergeleri ABD Adana Konsolosluğu denetiminde sınırdan geçirilip Silopi'deki hac konaklama tesislerine yerleştirilmişti ama, pasaportları yoktu, kimlik bilgileri yoktu. Daha doğrusu, elbette vardı ama, Amerikalılar yok diyor, yok dedirtiyordu, maşalarının kimlik bilgilerini Türkiye'ye vermek istemiyorlardı.
* Akıl öğrettiler… “Sizin pasaport kanununuzda bu tür durumlara uygun madde var, parmak izlerini alın, geçirin” dediler. Bizimkiler hık mık etti ama, elleri mecburdu, geçirmiyoruz birader diyecek halleri yoktu. Ankara'dan beş kişilik uzman ekip getirildi, peşmergelerin tek tek parmak izleri alındı, buyrun geçin denildi. Parmak izi bilgileri, MİT arşivine kaldırıldı.
* Üç sene sonra, 1998… Guam'a götürülen peşmergeler artık iyice pişmiş, olgunlaşmış, “Guamerge” olmuşlardı. Gene Türkiye üzerinden, bazıları da Ürdün üzerinden, Kuzey Irak'a sokuldular.
* Bu dönemde, Kuzey Irak'taki otorite boşluğundan en çok PKK faydalanmıştı, Kandil dağına iyiden iyiye yerleşmişti. Özellikle Guamergeler döndükten sonra, PKK'nın bölgeye geçişi hızlanmıştı. Peşmergeyle PKK'nın işbirliği ayyuka çıkmıştı.
* Acaba… Guam'a götürülenler arasında PKK'lılar da var mıydı? Bu sorunun cevabını bulmaya çalışan Türk istihbaratı, Barzani'ye haber saldı, PKK faaliyetleri hakkında konuşmak üzere, bölgedeki aşiret liderlerini toplantıya davet etti. Randevu ayarlandı. Kuzey Irak'ta, bizim kontrolümüzdeki bir adreste buluşuldu. Biraz sohbet edildi, bilahare mevzuya gelindi. Türk tarafı rahatsızlığını dile getirdi, aşiret liderleri sessizce dinledi. O sırada çay servisi yapılıyordu. Garsonlar tabii ki garson değildi. Çaylar içildi, çay bardakları garsonlar (!) tarafından toplandı, mutfağa götürüldü, o bardağı kim kullandıysa onun adıyla etiketlendi, kolilendi, Ankara'ya getirildi.
* Guam'a götürülenlerin parmak izleriyle eşleştirildi. Bingo… PKK'ya açık destek veren 17 aşiret lideri, Guamerge'ydi!
* Dört sene sonra, 2002… ABD yönetimi Saddam'ın örtülü operasyonlarla devrilmeyeceğini idrak etmişti. Amerikan askerini getirip, savaşmak şarttı. Amerikan Kongresi 189 milyon dolarlık ödenek için onay verdi, CIA'nin paramiliter güçleri öncü kuvvet olarak devreye sokuldu.
* Saddam'ın ordusundan altı bin vatan hainini parayla devşirdiler, dile kolay, altı bin, her birine uydu telefon verdiler, mükemmel istihbarat ağı kurdular, Saddam'ın ordusunu saniye saniye, konum konum takip etmeye başladılar. Saddam tuvalete gitse, Pentagon'un haberi oluyordu!
* 2002'nin temmuz ayında, operasyonu yürütecek olan CIA ekibi Türkiye'den yola çıktı. Kendilerine “kırık oyuncaklar grubu” diyorlardı. Dünyanın pekçok ülkesinde görev yapmış, çok tecrübeli bir ekipti. Arazi araçları ve cephane kamyonlarından oluşan konvoyla Süleymaniye'ye geldiler, üs kurdular. Yeşil badanalı üsse “Antep fıstığı” adını verdiler!
* 2002'nin ekim ayında, bu defa para kamyonlarından oluşan konvoy geldi Süleymaniye'ye… Yine Türkiye'den yola çıkmışlardı. Karton kutuların içinde 100 dolarlık banknotlar vardı. Bir milyon dolar 20 kilo geliyordu! Yaklaşan savaşın altyapısını hazırlamak için, milis güç kurmak, adam satın almak, sabotajlar yapmak amacıyla 100 milyon dolardan fazla nakit dağıttılar.
* Hatta bir ara Talabani rica etti, “100 dolarlık vermeyin, 1'er 5'er 10'ar dolarlık banknotlar halinde verin” dedi. Niye diye sordular? “Herkeste 100'lük dolar var, kimsede 100 doların altında para yok, bir kahve içiyorsun, 100 dolar veriyorsun, kahvecinin elinde bozukluk olmadığı için üstünü veremiyor” dedi!
* Amerikalıların cömertliği, rüşvetin bolluğu peşmergeleri sıkıntıya sokmuştu yani!
* Bu arada Türkiye ne yapıyordu derseniz… CIA raporlarına göre, Süleymaniye'deki üssü takip etmeleri için dört Türk istihbaratçı görevlendirilmişti, Amerikalıları takip etmek yerine, bir odaya kapanıp porno film seyrediyorlardı! CIA ekibinin lideri, Türk istihbaratçılar hakkında şu hazin notu düşmüştü: “Ne yaptığımıza dair, amacımıza dair en ufak bilgileri bile yoktu, onlar odaya kapandıklarında biz Kürtlerle işbirliğini geliştiriyorduk.”
* 1 Mart 2003… Akp “tamam” dedi ama, TBMM direndi. CHP sayesinde ABD tezkeresi geçmedi.
* Vay sen misin… Hem TSK'nın hem CHP'nin imhası için düğmeye basıldı.
* Tarih özel olarak seçildi… Tam 4 Temmuz'da, Amerikan bağımsızlık gününde, kafamıza çuval geçirdiler.
* Süleymaniye'deki irtibat büromuz, ağır silahlı Amerikan askerleri tarafından basıldı, bordo bereli 11 subay ve astsubayımız kafalarına çuval geçirilerek, ters kelepçe takılarak, dipçiklenerek tutuklandı. Binbaşımızın kaburgası kırıldı. 57 saat esir tutuldular. Mesaj gayet açıktı. “Artık burası Kürdistan, burnunuzu sokmayın, kurcalamaya çalışmayın, defolun gidin” deniyordu. Türkiye ayağa kalktı, akp hükümeti hariç! ABD'ye nota verdiğimiz iddia edildi, üç saniye sonra yalanlandı. Bizzat asrın liderimiz yalanladı, “müzik notası değil bu, her aklınıza estiğinde verilmez, ciddiyeti vardır” dedi!
* Kafamıza çuval geçirilmiş, onurumuzla oynanmıştı ama… Asrın liderimiz hâlâ yeteri kadar ciddi bulmuyordu!
* Eylül 2006… İlk kez “Kürdistan haritası” ortaya çıktı. Roma'daki NATO Savunma Koleji'nde brifing veren Amerikalı albay, Ortadoğu haritasını açtı, Türkiye'nin yarısında alenen “Kürdistan” yazıyordu! Brifingi izleyen Türk subaylar topluca salonu terketti, Türk genelkurmayı olayı protesto etti ama… Gayet açık seçik netti. Kürdistan, NATO projesiydi!
* Aynı ay, eylül 2006… Akp hükümeti, sayın ahalimizin gazını almak için “terörle mücadele koordinatörlüğü” icat etti. Güya Amerikalı dostlarımızla terörle mücadeleyi koordine edecektik, bize anlık bilgiler vereceklerdi.
* Bize nasıl anlık bilgi verdiklerini, bizzat terörle mücadele koordinatörümüz orgeneral Edip Başer anlattı… “PKK'ya silah mühimmat nereden geliyor? Barzani'nin kontrolündeki Kuzey Irak'tan geliyor. Barzani kimin kontrolünde? ABD'nin kontrolünde… ABD tarafıyla dokuz defa toplantı yaptık. En son Beyaz Saray'da başkanın güvenlik başdanışmanıyla konuştuk, anlattık. Bir CD verdik… PKK'ya malzeme taşıyan kamyonun şoför mahallinde bir Amerikan askeri oturuyordu! Biz bunu Türk kamuoyuna anlatamayız dedim, biz hâlâ ‘Amerika bizim dostumuz' diyebilir miyiz dedim. Bu toplantıdan sonra Türkiye'ye döndüm, üç maddelik rapor hazırladım, ABD'deki muhatabım orgeneral Ralston'a bildirdim, 15 gün içinde cevap bekliyorum dedim. Beni o gün görevden aldılar!”
* “Anlık bilgi” kepazeliği sadece bununla sınırlı mıydı? Hayır… Kandil dağında Murat Karayılan'la röportaj yapan İngiliz Daily Telegraph gazetesinin muhabiri Damien McElroy açık açık yazdı… “Kandil dağında helikopter pisti var, spotlarla aydınlatması yapılıyor, Irak'ta görevli Amerikalı subaylar helikopterle sık sık Kandil'e geliyor, örgütün lider kadrosuyla görüşmeler yapıyor, ABD hükümetinin Irak'ta çalıştırdığı özel güvenlik firmasına ait cipler de Kandil'deki kamplarda park halinde duruyor.”
* “Terörle mücadele koordinatörlüğü” rezaleti sadece bununla sınırlı mıydı? Hayır… Edip Başer'in yardımcısı tümgeneral “mücadelenin nasıl yapıldığını” şöyle açıkladı: “Başbakanlıktan oda istedik, vermediler, fotokopi makinesi istedik, taa 6.5 ay sonra verdiler, faksımız yoktu, yan odalardan faks çektik, bilgisayarımız bile yoktu, cep telefonu vermediler, randevu istedik, randevu vermediler, hatta selam bile vermediler, bir tane sim kart verdiler, onu da yedi ay sonra verdiler, çay paralarını bile cebimizden ödedik, şeker parasını bile biz ödedik.”
* Altı sene sonra, 2012… Suriye'deki otorite boşluğundan faydalanmak isteyen Barzani, Kobani'ye girmeye karar verdi. Sayın hükümetimiz esti gürledi, Barzani'ye haddini bildiririz filan denildi. Zırrr… Telefon çaldı. Obama arıyordu. Asrın liderimiz açtı, konuştular. Beyaz Saray'ın resmi internet sitesine, bu konuşmayla alakalı fotoğraf konuldu, Obama'nın elinde beyzbol sopası vardı!
* Kızılcık sopası'nın İngilizcesiydi. “Barzani'ye dokunanın kafasını kırarım” mesajıydı. Bizimki anında yelkenleri suya indirdi. Barzani güçleri, Irak'tan Suriye'ye geçti.
* Yetmedi. Aynı sene, 2012… Barzani, onur konuğu olarak AKP kongresine davet edildi, kürsüye çıktı, Kürtçe konuşma yaptı, “Türkiye seninle gurur duyuyor” tezahüratıyla ayakta alkışlandı.
* Yetmedi. Bir sene sonra, 2013… “Türkiye Kerkük'e karışırsa biz de Diyarbakır'a karışırız” diyen Barzani, AKP'nin Diyarbakır mitingine davet edildi, Şivan Perver'e düet yaptırıldı, asrın liderimizle Barzani kürsüye çıkıp ele ele halkı selamladı, asrın liderimiz ilk kez orada “Kürdistan” dedi, Barzani Kürtçe konuşma yaptı, Bülent Arınç duygulandı, ağladı.
* Yetmedi. Bir sene sonra, 2014… Sayın TBMM'den “yabancı silahlı askerlerin Türkiye'de bulunmasına izin veren tezkere” çıkarıldı. Alenen Barzani tezkeresiydi.
* Takvimde başka gün yokmuş gibi, onurumuzla dalga geçerek, tam 29 Ekim'de, Cumhuriyet Bayramı'nda… Kürdistan silahlı kuvvetleri, topuyla füzesiyle Kürdistan bayraklarıyla, Türkiye topraklarında resmi geçit yaptı. Habur'dan girdiler, Silopi, Cizre, Nusaybin, Suruç güzergahını katedip, Mürşitpınar sınır kapımızdan Suriye'ye, Kobani'ye geçtiler. Bir bölümü, THY uçaklarıyla geldi. Kürdistan silahlı kuvvetlerini, Türkiye Cumhuriyeti'nin bayrak taşıyıcısı taşıdı. Erbil'den bindiler, Şanlıurfa'ya indiler, karayoluyla devam ettiler, resmen şov yaptılar, kurbanlar kesildi, havayi fişekler fırlatıldı, halaylar çekildi. Bazılarının üniformasında ABD bayrağı vardı, biji serok obama sloganları atıldı. MİT eskortluk yaptı. Mardin-Urfa yolunda acıktılar, benzin istasyonunun dinlenme tesisinde lahmacun yediler, lahmacunun parasını bile Türkiye Cumhuriyeti Devleti ödedi. Türk milletinin haysiyeti ayaklar altına alınırken, Akp'nin başbakanı ne diyordu? “Kobani'ye selam ediyorum, Kobani'deki kardeşlerimin alnından öpüyorum” diyordu.
* İki sene sonra, 2016… Pentagon gizlisi saklısı olmadan, PKK'ya açık açık silah vermeye başladı. Şimdilik gönderilen tır sayısı 1.100… Yazıyla, bin yüz!
* Bir sene sonra, 2017… Barzani Ankara'ya geldi, tarihte ilk kez Kürdistan bayrağı başkentimizde göndere çekildi. Akp başbakanı Binali Yıldırım ne dedi? “Kürdistan parlamentosu var, başbakanı var, kendine ait bayrağı var, tanınır” dedi!
* 25 sene önce Ankara'da Kürtçe konuşmasına bile izin verilmeyen süklüm püklüm Barzani, artık bayrak çeker hale gelmişti.
* Aynı 2017… Barzani, bağımsızlık referandumu yapıyor. Akp de sayın ahalimizin gazını almak için tezkere çıkarıyormuş gibi yapıyor.
* Uzuuuun yazı oldu di mi?
* Kısası da var. Anlayana davul zurna saz. Anlamayana sazı soksan az
www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/yilmaz-ozdil/misak-i-dombira-2022786/
Leave a comment
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.